Balkanlarda Bir Kış
Ali ARIKMERT | Bâb-ı Âlem Genel Sekreteri
Balkanlarda Bir Kış
Kışın en sert yüzünü gösterdiği günlerde yine yollardayım. Bu defa güzergahımda Balkanlar var. İHH Balkan masası koordinatörü arkadaşım benden Balkan ülkelerine on günlük bir yolculuğa çıkabilir misin? Diye sordu. Ben de olabilir dedim ve macera başladı. Yolculuğum 19 Ocak Perşembe günü Atatürk Havalimanından başladı. Bu kez yanımda kimse yoktu, yalnız yolculuk yapacaktım. Havaalanında uçuş işlemlerimizi tamamladık ve uçağımız havlandı. Yaklaşık bir buçuk saat sonra Arnavutluk’un başkenti Tiran’a indik.
“Dakika bir, gol bir” oldu resmen. Arnavutluk’un başkenti Tiran’a indik. Hava limanında tüm yolcular pasaport kontrolünden geçiyor. Benden önce üç beş Türkiye vatandaşını bir kenara ayırdılar. Sıra bana geldi. Pasaport kontrolü yapan memur dönüş biletimi sordu ben de gösterdim. Pasaportumu ve biletimi aldı ve beni bir kenara ayırdıkları Türklerin yanına gönderdi. Tüm yolcuların pasaport işlemleri bitti. Biz yarım saat kadar orada öylece bekledik. Sonra benimle birlikte bir kişi daha çağırdılar. Kontrol noktalarını transit geçtik. Dışarı çıkınca beni almaya gelen arkadaş ile karşılaştık. Hacım sizi geri gönderiyorlar, dedi. Hayda! Bu da nerden çıktı şimdi. Bizi tekrar güvenlik kontrolünden geçirip gidiş peronuna aldılar. Pasaportlarımız ve bagajlarımız polisin elinde kaldı. Hiçbir şey yapamıyoruz, bizi dinlemiyorlar bile.
Geldiğimiz uçakla tekrar göndereceklerdi. O sırada telefonlarımızı açtık. Türkiye’de kullandığımız GSM operatörleri sağ olsunlar T.C. Tiran Büyükelçiliği’nin telefon numarasını SMS olarak gönderdi. Bu numara üzerinden büyükelçilik ile irtibat kurduk ve sağ olsunlar yardımcı oldular. Büyükelçimizin bize kefil olmasıyla son anda bizi geri göndermekten vazgeçtiler. Geri göndermediler ama hemen bırakmadılar da. Sabah sat 09.00’dan akşam 16.30’a kadar aç susuz havalimanında tuttular. Başımızda bir de polis var, psikolojik olarak bizi rahatsız ediyor. Derken akşamüzeri bizi saldılar. Beni karşılamak için gelen arkadaş da dışarıda oldukça yoğun çaba sarf ediyordu. Nihayet buluştuk ve Tiran’da kalacağım otele yerleştim. Bu sırada açlık ve stresten fena halde baş ağrısına müptela olmuştum. Akşamdan sonra bir şeyler atıştırıp otelde dinlenmeye çekildim.
20 Ocak Cuma sabahı erkenden kalkıp kahvaltı yaptım. Bu gün Arnavutluk’un Puke ilinde ihtiyaç sahibi ailelere kışlık yardımı yapılacak. Bunun için buradaki dağıtım işini yapacak ekiple buluşup yola koyulduk. İki saatlik yolculuğun ardından dağıtımın yapılacağı noktaya ulaştık. Biz vardığımızda insanlar toplanmışlardı. Battaniye, çocuk montu ve çocuk botu dağıtıldı. Ben gözlem yapmakla ve fotoğraf çekmekle meşguldüm. Dağıtım sonrası hemen yanı başımızdaki camide cuma namazını kıldık. Camide imam ve bizimle birlikte 16 kişiydik. Tiran’da kar yoktu ama buralarda epey kar yağmış ve oldukça soğuktu. Namaz sonrası bir kafede oturup kahve içtik. Sonra da dönüş için yola çıktık.
Tiran dönüşü İşkodra’ya uğradık. Burada, üniversite öğrencisiyken İstanbul’da tanıştığımız, birlikte çalışmalar yaptığımız Ilir Hoxha ve Fatmir Sulaj ile görüştük, oturup kahve içtik. Arkadaşlar orada Progresi Yayınevinde çalışıyorlar. Türkçeden Arnavutçaya güzel eserlerin çevirisini yapıyorlar. İşkodra’da çok kalamadık. Akşam yemeğini yedikten sonra Tiran’a doğru yola çıktık.
Tiran’dan diğer illere giderken yol boyu dikkatimi çeken ilk şey, yol kenarlarında açıkta domuz eti satılıyor oluşuydu. Boğazlanmış, derisi yüzülmüş hınzırlar yol kenarlarında pazarlanıyor. Yine yol boyu arada bir yol kenarında mezarlık gibi tek tek küçük yapılar görülüyor. Bunlarda, bu bölgede kaz yapıp ölenlerin anısına buraya dikiliyormuş. Arnavutluk ve tüm balkanlarda göze çarpan şeylerden biri de dağ başlarında, yol kenarlarında, olur olmaz yerlere dikilen Haç ve kiliseler. Bunların böyle her yer var olmalarının nedeni, biz buradayız, buranın hakimi biziz mesajı vermek içinmiş. Arnavutluk Müslümanlarının en büyük sorunlarından biri oradaki Bektaşiliğin ayrı bir dinmiş gibi değerlendirilip Müslüman nüfusun bölünerek azınlığa çekilmeye çalışılmasıdır. Balkanlar geneline Bektaşilik aslını kaybetmiş, sapkın bir ivme kazanmış durumdadır. Bu bölgede acilen çalışmalar yapılarak bu tarikatın aslı ve gerçeği Balkan milletlerine anlatılmalıdır. Buradaki bu sorunla ilgili ciddi çalışmalar yapılmalıdır.
Arnavutluk’ta üçüncü günün sabahı erkenden yine yollara düştük. Bugünkü yolculuğumuz ülkenin kuzeyinde bulunan Kukes vilayetine idi. Tiran’dan çıktığımızda hava açıktı. Tiran Kukes arasındaki yol otobandı. Bu yolu bir Türk firması olan Akfen yapmış. Yol yeni açılmış. Tiran’dan başlayıp Kukes, Kosova ve Sırbistan’a kadar uzanıyormuş. Oldukça dağlık bir bölgeden geçen otoyolda ilerledikçe kar görülmeye başladı. Birkaç saat sonra karın yolları kapatacak kadar yoğun yağdığını gördük. Kamyonlar, otobüsler ve zincirsiz araçlar yolda kalmıştı. Bizim aracımız daha iyiydi, çok şükür yolda kalmadık. Kukes’a vardığımızda kar çok fena olmuştu. Yardım dağıtılacak bölge dağların arasında, oldukça sapa bir yerde bulunan Bushtrıce beldesiydi. Buraya ulaşmak için oldukça zorlandık. Birkaç kez yolda kaldık. Güç bela dağıtımın yapılacağı bölgeye ulaştık. Burada da battaniye, çocuk botu ve ayakkabısı dağıtımı yapıldı.
Arnavutluk’ta şehirler, yol boylarında, tarlalarda, arazilerde her yerde çelik ve betondan yapılmış kubbeli küçüklü büyüklü ilginç yapılar göze çarpıyor. Bunlara bunker-korunak diyorlar. Bu yapılar Kominizim döneminde, Enver Hoca zamanında yapılmış. Ülkeye bir saldırı halinde tüm halk bu korunaklara sığınacak ve her yerden ülkeyi savunacaklarmış. Bunların inşası için çok ciddi çalışmalar yapılmış, ülke ekonomisini ihya edecek fonlar buraya harcanmış. Oldukça sağlam yapıldıkları için hala her yerde duruyorlar.
Kukes-Bushtrıce’de işimiz akşamüzeri bitti. Buradan direk Kosova sınırına geçtik. Pasaport kontrolünün ardından Kosova’ya geçtik. Kısa bir yolculuğun ardından Prizren’deydik. Orada görüşeceğimiz arkadaşlarla bir restoranda buluştuk. Hep birlikte akşam yemeği yedik. Yemek sonrası Arnavutluk’tan geldiğimiz ekiple ve dalaşıp onları tekrar Arnavutluk’a uğurladık. Prizren’de Yunus Emre Türk Kültür Merkezinde çalışan dostum Yasin Bey’e misafir oldum. Burada çarşı pazarda halkın büyük bir kısmı Türkçe konuşuyor. Bu noktada iletişim konusunda hiç sıkıntı çekmiyoruz. Prizren için bir arkadaş şöyle diyordu: ‘Paris caddeleri-sokakları çamur içindeyken Prizren kaldırımlarıyla estetik şehir mimarisiyle göz kamaştırıyordu.’
Prizren, oldukça eski bir şehirmiş. Osmanlı öncesinde Sırp Krallığına başkentlik yapmış. Şehrin belli yerlerinde ta Roma zamanından kalma kaleler, kuleler var. Şehir, görüntü itibariyle genel olarak klasik bir Osmanlı kenti kimliğinin taşıyor. Anadolu şehirlerine benziyor ama en çok da Saray Bosna’ya benziyor. Kentin ortasından Akdere akıyor. Bu akarsu üzerine kurulan tarihi Taşköprü, Prizren kalesi, meydandaki Şadırvan ve Sinan Paşa Camii şehrin simgeleri haline gelmiş. Şehir meydanındaki şadırvandan su içenlerin Prizren’de kalacağına dair bir rivayet dillerde dolanıyor. Bu yüzden şehirde nereye gitsem herkes şunu soruyor: ‘Şadırvandan su içtin mi?’ İçtim ama Prizren’de kalmadım, kalamadım!
TİKA tarafından restore edilen Sinan Paşa Camii aslında 1615 tarihinde Sinan Paşa tarafından yaptırılmıştır. Osmanlı sonrası uzun bir süre müze olarak kullanılan camii restore edilmesinden sonra tekrar ibadete açılmış. Prizren’de ve Üsküp’te birkaç camide saatlerinde Türkiye saatine göre aryalı olduğunu gördüm. Normalde bir saatli fark var. Şehrin muhtelif yerlerinde aktif olarak faaliyet gösteren tekkeler mevcut. Ancak bu tekke ve şeyhlerin bazıları oldukça farklı mecralara saptığı söyleniyor. Şehir merkezinde Osmanlıdan kalma bir hamam var. Onun hemen yanında tek başına bir minare göklere uzanıyor. Camisi yıkılıp yerine başka bina yapılmış, şu an banka olarak kullanılıyor. Ancak minaresi öksüz-yetim kalmış, sapasağlam duruyor.
22 Ocak Pazar günü Prizren’in en meşhur turizm beldelerinden biri olan Prevalas’a çıktık. Dağların arasından, dar geçitlerden geçerek zirveye doğru tırmandık. Burada İHH’nın Prizren’de birlikte çalıştığı partner kuruluşuna ait yetimler yararına işletilen Prevalas Yetim Kalesi adında bir restoran var. hakikaten çok farklı ve orijinal bir yer. Dışarıda adam boyu kar var. Yaz-kış harika bir yer. Orada bir müddet oturduk, bölgede İHH çalışmalarını yürüten arkadaşlarla görüştük. Dışarıda güzel manzaralar vardı, bol bol fotoğraf çektik. Akşamüzeri yeniden kar bastırınca yolda mahsur kalmamak için tekrar şehre indik. O gün akşam Mamuşa beldesinde misafir olduk.
Mamuşa, Balkanların ortasında Osmanlıdan kalmış, adeta Türkiye’nin bir parçası; Prizren’e bağlı 5.500 nüfuslu bir belde. Nüfusun tamamı Müslüman ve %98’i Türk, çarşı pazar her yerde Türkçe konuşuluyor. Burada doğup büyümüş ve üniversiten mezun olmasına rağmen hala Arnavutça veya başka balkan dili bilmeyenler var. Şehirde eğitim dili Türkçe. Nüfusunun çoğunluğunu geçler oluşturuyor. Aradan geçen yüz yıla rağmen kültürlerini muhafaza etmişler. Örf-adet, gelenek-görenekleri hala çok canlı bir biçimde yaşatıyorlar. İnanç ve etnik yapılarını korumuşlar. Örneğin bu beldede alkollü içecek satılmıyor. Birkaç yıl önce bir market içki satmaya başlayınca kimse oradan alış veriş yapmamış. Market kapanmak zorunda kalmış. Beldenin geçim kaynağı büyük oranda tarıma dayalı. Ancak geçtiğimiz aylarda Arnavutluk – Kosova arasında ulaşıma açılan otoban tarım sektörüne zarar vermiş. Ulaşım kolaylığı sağlanınca Arnavutluk’un güney bölgelerinden erken mevsimde taşınan ucuz meyve sebze piyasayı öldürmüş.
Mamuşa’dan üniversite eğitimi için Türkiye’ye çok sayıda öğrenci gidiyor. Bu öğrencilerden bazılarıyla Bâb-ı Âlem vesilesiyle tanışmış, birlikte güzel çalışmalar yapmıştık. Şimdi burada bu arkadaşlar bizi çok güzel misafir ettiler, ağırladılar. Hepsinden Allah razı olsun, kendimi evimde gibi hissettim. Burada MABED (Mamuşa Araştırma Bilim ve Eğitim Derneği) adı altında bir sivil toplum çalışması başlatmışlar. Bir akşam dernek merkezlerini ziyaret ettik. Bir toplantılarına katıldık. Oldukça genç bir kadroları ve çok güzel hedefleri var.
Kosova’da savaş güncel bir milad olmuş. İnsanlar yakın tarihten bahsederken: savaştayken, savaştan önce veya savaştan sonra, diye konuşuyorlar. Elektrik dağıtımında ciddi sıkıntı var. Günlük ortalama birkaç saat elektrik kesiliyor. Halk bu durumdan şikayetçi ama alışmışlar. Kesinti olunca: tüh yine elektrik kesildi, diyorlar. Elektrik dağıtımında yaşanan bu aksaklıklar sanayileşmeyi engelliyor, yabancı yatırımcıyı caydırıyor. Ülke ekonomisi tamamıyla dışa bağımlı duruma gelmiş, üretim neredeyse hiç yok. Tüm sanayi ürünleri dışarıdan geliyor. Tüketim oldukça yüksekmiş.
Savaşta 25-30 kişi hayatını kaybetmiş. Bu sayının %20’si hala kayıpmış. Priştina’da parlamento binası önünde bu kayıpların isimlerinin ve fotolarının olduğu afişler, pankartlar asılmış. İddialara göre bu kayıplar Sırbistan içlerinde toplu mezarlara gömülmüş. Başkent Priştina nüfusu savaş sırasında hızla azalmışken, özellikle bağımsızlık sonrası çok hızlı bir nüfus artışı gözlenmektedir. Savaş sırasında nüfus 100 bine bile ulaşmıyormuş. Şimdi ise 300 binin üzerinde nüfusun olduğu söyleniyor. Normalde tarihi bir şehirmiş ama yeni yapılanmalarla bu tarihi mimari yapısı hızla değişiyor. Her tarafta inşaatlar devam ediyor. Şehir hızla büyüyor. Tüm balkanlarda trafik karmaşası gözden kaçmıyor ama en çok dikkatimi çeken ve çok beğendiğim şey ise, trafikte yayalara müthiş saygı var. eş işlek caddelerde bile yayaların geçiş üstünlüğü var. Bir kişi yaya geçidinden adımını atar atmaz tüm trafik duruyor.
Üç gün Prizren’de bir günde Priştina’da olmak üzere dört gün Kosova’da kaldıktan sonra yoğun kar yağışı devam ederken 25 Ocak Çarşamba günü Makedonya’ya geçtim. Kosova sınırından Makedonya’ya geçişim adeta bir film sahnesi gibiydi. Hava müthiş soğuk, kar yağıyor, benim omzumda valiz, ellerimde çantalar, Kosova sınırından Makedonya sınırı pasaport kontrol noktasına doğru yürüyorum. Sınırın karşı yakasında aziz dostum Muhsin beni karşılıyor. Alabildiğin bozuk bir havada, paramparça bir ruh haliyle, darmadağın duygularla Üsküp’e girdik. Üsküp Yahya Kemal Beyatlı’nın memleketidir. Bir Edebiyat Fakültesi mezunu olarak, Prof. Dr. Kazım Yetiş’in eski bir öğrencisi olarak kendimi Yeni Türk Edebiyatı final sınavında zannettim birden.
Üsküp oldukça tarihi bir şehir. En güzel yanı tarihi kimliğini ve siluetini büyük oranda korumayı başarmış. Etrafı dağlarla çevrili, çukurun ortasında kalmış adeta. Ortasından Vardar nehri geçiyor. Osmanlı’dan kalma tarihi Taşköprü, sanki iki ayrı şehri birbirine bağlıyor gibi. İstanbul’da Fatih ve Levent birbirinden ne kadar farklı ise mimari açıdan nehrin iki yakası birbirinden bu kadar farklı. Tarihi çarşının bulunduğu kısımda daha ziyade Müslüman nüfus yaşamaktadır. Diğer yakada ise Hıristiyan Makedonlar çoğunlukta bulunuyormuş. Tarihi çarşıda neredeyse herkes Türkçe biliyor. Cuma günü çarşıda camilerde Türkçe vaaz ve hutbe irad ediliyor. Şehirde Makedonlar, Türkler, Arnavutlar, Boşnaklar, Çingeneler (Romenler) gibi milletler hep birlikte yaşıyor. Müslüman Makedonlara ‘Torbeş’ diyorlar. Tarihi çarşı aradan geçen yüzyıllara rağmen asıl dokusunu ve kimliğini korumayı başarmış. Çarşıda kocaman bir tabela gördüm “T.C. Bit Pazarı” yazıyordu. Çok aşırdım, ‘bu ne?’ diye sordum. “Tarihi Çarşı Bit Pazarı” demekmiş.
Üsküp’te gittiğim akşam Köprü Derneği’nde Köprü Dergisi’nin onuncu yılı anısına bir program düzenlenmişti. Bu program sayesinde daha ilk günde neredeyse tüm dostları orada görme şansı buldum. Güzel bir program hazırlanmıştı. İkinci gün akşam da Üsküp’e 20 km uzaklıktaki Straçinsa köyüne gittik. 140 hanelik köyün 950 nüfusu varmış. Köy nüfusu tamamen Müslüman ama etrafı Hıristiyan köylerle çevriliymiş. Köyün gençlerinden birçoğu üniversite eğitimi almış. Hafız Ali Hoca diye bilinen bir hoca efendinin gayretleriyle köye güzel bir cami inşa edilmiş. Köyün eğitimli gençleri bir araya gelip Aktiviti adında bir dernek kurmuşlar, çok güzel çalışmalar yapmışlar ve güzel hedefleri var. Bu dernek caminin altında faaliyet gösteriyor. Dernekte bir akşam yemeği yedik. Yemekte filiya böreği, lahana suyu ve biber turşusu vardı.
28 Ocak Cumartesi günü Üsküp’ten kalkıp Sırbistan Preşova’ya günü birlik bir ziyaret yaptık. Sırbistan sınırından girerken bizi biraz beklettiler. Benim Pasaportumu ve TC kimliğimi alıp bir müddet bizi beklettiler. Galiba benim hakkımda kendi sistemlerinde araştırma-soruşturma yaptılar. Preşova çok soğuktu, her yer kar ve buz kaplıydı. Orada iki ayrı kurumla görüştük. Yemek yedik, muhabbet ettik. Preşova 47 bin nüfusu olan, % 98 Arnavut Müslümanları yaşadığı bir bölgeymiş. Üç tane şehir merkezinde 26 tane de köylerinde camileri varmış. Yugoslavya zamanı da dahil devlet bu bölgeye hiç yatırım yapmamış. Polis, posta, hukuk gibi tüm memuriyet istihdamı Sırplardan sağlanıyor. Bölge Müslümanlarına bu anlamda kesinlikle görev verilmiyor. Sırbistan’ın farklı bölgelerinden, hatta Makedonya’dan memurlar istihdam ediliyor. Bu memurlar Preşova’da oturmuyor, otobüslerle şehre taşınıyor. Sırbistan’dan çıkarken yine bizi beklettiler. Aracımızı ve çantalarımızı didik didik aradılar.
30 Ocak Pazartesi günü Üsküp’ten İstanbul’a dönüşümüz vardı. Ancak İstanbul’da yaşanan çetin kış şartları nedeniyle uçuşumuz iptal edildi. Bu duruma biraz canım sıkıldı. Sağ olsunlar oradaki arkadaşlar devreye girip İzmir üzerinden alternatif bir sefer ayarladılar. Oldukça zorlu ve yorucu bir yolculuğun ardından gecikmeli olarak olsa da İstanbul’a ulaşabildik.
[nggallery id=71]